– MHP Lideri 18’inci Dönem Sertifika Töreninde Önemli Açıklamalar Yaptı
Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Siyaset ve Liderlik Okulu’nun 18. Dönem Sertifika Töreninde yaptığı konuşmada, “Bizim sembolümüz, asırların daralan kovuklarından ışık huzmesi gibi yayılıp gelmeyi başaran ve demir dağları azimle eriten güçlü iradedir, aynı şekilde bu muhteşem iradeye kılavuzluk yapan hürriyet aşığı Bozkurt duruşudur.” Dedi.
Törende önemli açıklamalar yapan Bahçeli, konuşmasında şu ifadelere yer verdi;
“Aziz Dava Arkadaşlarım, Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler,
Sertifika Almaya Hak Kazanmış Değerli Kardeşlerim,
Sayın Basın Mensupları,
2023 yılına bir hafta kala müstesna, hatta 2009 yılından beri devamlı tatbik ettiğimiz mükerrer bir görevi ikmal ve icra maksadıyla toplandık.
Hem siyasetin hem de liderliğin bir mektep, bir müfredat, bir müddet sınırları içinde anlatımı ve anlaşılması konusunda üstlendiğimiz ahlaki sorumluluğu mütevazı ölçülerde yerine getirmenin bir kez daha bahtiyarlığını hissediyoruz.
Bu kapsamda siyaseti yapıyorken, siyaseti bir mecburiyet kabul ediyorken, aynı zamanda fikir ve düşünce temelinde de yaşamasının ve yaşatılmasının ehemmiyetine inanıyoruz.
Biliyoruz ki, siyasetin kaynağı fikirdir, bu olmadan akıbet fitne ve fiyaskodur.
Bugün gerçekleştirdiğimiz Siyaset ve Liderlik Okulu’muzun 18’inci Dönem Sertifika Töreni münasebetiyle hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.
Ekranları başında bizleri takip eden değerli vatandaşlarımıza en içten selam ve sevgilerimi iletiyorum.
Yurdumun dört bir köşesinde haysiyetli bir hayatın peşinde olan milletimin her güzel insanını özlemle kucaklıyor, en iyi dileklerimi ifade ediyorum.
Eskilerin tabiriyle söylersek, ittihat hayattır, tefrika ise memattır, yani ölümdür.
Parti olarak, siyasetimizi tefrika çukuruna düşürmeden, tezvirat uçurumuna devirmeden, hayatın içindeki sayısız hadiseyi değerlerle ihata edilmiş bir siyaset kalıbına tıpkı inşaata beton döker gibi döküyor, öznesi insan, nesnesi devlet, yüklemi demokrasi, cümlesi de millet olan siyaset kavrayışımızı sürekli geliştirip ilerletiyoruz.
Yeniliklere her zaman açığız, kaldı ki sürekli teşvik ediyoruz.
Asırların imbiğinde damıtılarak ecdattan evlada intikal eden emanet ve mirasları siyasetimizin ana omurgası olarak değerlendiriyor, bu suretle mücadelemizi şevkle sürdürüyoruz.
20’inci yüzyılın başlarında Darülfünun Felsefe Müderrisleri arasında müessir bir mevkii bulunan Filibeli Ahmet Hilmi Efendi, “İslam Tarihi” isimli başucu niteliğindeki eserinin bir yerinde bakınız neler söylemişti:
“Beşeriyet bir hadisenin nasıl meydana geldiğini bilmekle kanaat edemez. Her meçhule karşı insan vicdanı derhal niçin sualini sorar. Her akıllı ve gafil olmayan insan, dünyaya niçin geldiğini, nereye gideceğini, bütün varlıkların niçin mevcut olduğunu sorar ve sormaya fıtraten ve vicdanen zaruret hisseder.”
Gelip geçici hayata fakir girip himmet, hikmet ve hidayetle zenginleşmek için sorduğumuz isabetli sorular aradığımız doğru cevapların ilk merhalesidir.
İlk adım boşluğa gelirse, ilk düğme yanlış iliklenirse birbirine eklemlenerek genişleyen yanlış ve yalan bir hayat maalesef makûs bir talih haline dönüşecektir.
İlim bir hadisenin şekil ve tezahür etaplarıyla ilgilidir, hikmet ise hadisenin esasına ve encamına nüfuz etmekle ilgilenir, birincisi nasıl olduğunu, ikincisi de niçin öyle olduğunu cevaplamanın izinde ve istikametindedir.
Karşımızdaki bu iki seçeneği inceden inceye tetkik ettiğimiz vakit hikmetsiz bir hayatın hüsranla çakışacağını, hikmetsiz bir siyasetin hezimetle çakılacağını tefrik ve tespit etmemiz mukadderdir.
Tasarlanmış kahramanlıklarla makyajlanmış karakterlerin hidayetle değil hilekarlıkla ve hijyen olmayan vicdani tutumla yakın bağ ve bağlantısı vardır.
Peygamber Efendimiz Kıyamet Günü, Cenab-ı Allah’ın üç tür insanla konuşmayacağını buyurmuştur.
Bunlardan birincisi yalancılardır.
İkincisi hile yapanlardır.
Üçüncüsü de halkına eziyet eden yöneticilerdir.
Yalandan siyaset, ahlaklı siyasetten de yalan çıkmaz, çıkamaz.
Eğer çıkarsa buna siyaset denmez, insan, toplum ve millet namına da hiçbir yarar gelmez, gelemez.
Bir şey tahrifat ve suiistimaliyle doğan tesirleriyle değil, zatı mahiyetiyle muhakeme edilmelidir.
Bugüne kadar siyasetin aleni biçimde suiistimale uğradığı pek doğrudur.
Ancak bundan siyasetin lüzumunu inkar etmek gibi bir netice çıkarmak da abese fazlasıyla hizmettir.
Az evvel de kısmen dile getirdiğim üzere siyaset bir meşguliyet değil sosyal bir mecburiyet, hattızatında ahlaki bir mesuliyettir.
Bu ilişkiyi gören ve okuyan, geçmişle gelecek arasındaki rabıtayı bugünün gözlükleriyle değil zamanlar üstü bir perspektifle kuran kim varsa siyaseti büyümenin, gelişmenin ve yükselmenin deyim yerindeyse füze rampası haline getirmiş demektir.
Sürekli yakınanlar, sürekli şikâyet edenler, sürekli yıkmanın, bozmanın, kırmanın ve dökmenin çabasında olanlar siyaset düşkünüdür ve acizliğin toplama kampında esir düşenlerdir.
İnsan için güzel, bereketli ve faydalı olan her şey akıl ve imanın telif eseridir.
Bu eserin toplumsallaşması, ufuk ötesine ışıklar saçması, geleceğin kuytu köşelerini aydınlatması ortak akıldan beslenen bir siyaset maharetidir.
Bu maharetin mahrumları siyasetçi değil komitacıdır.
Siyaset yapmakla komitacılık aymazlığı arasında kapanmaz uçurumların olduğunu ifade hepimizin görevidir.
Büyük Türk düşünürü Yusuf Hacib diyordu ki:
Aymaz olursa beyler işini bitiremez,
Aymaz bey bilmeli ki beyliği devam edemez.
“Devlet” isimli kitabın yazarı Eflatun, asırlar evvel, “en tehlikeli durum, devletin ayağa düşürülmesi” demişti.
Değeri ve önemi aşikar olan bir şeyi çıkarlar uğruna, bilerek veya bilmeden aşağılanan, hor görülen, ayıplanan noktaya getirmenin adı da işi ayağa düşürmektir.
Bugün hem Türk siyasetinin hem de küresel siyasetin mümeyyiz sorunu bana kalırsa budur.
Kendilerini yükseltmek maksadıyla milleti ve devleti ayağa düşürmek için Türkiye düşmanlarının eline avucuna düşenler kelimenin tam manasıyla zillettedir ve siyaset platformunda bu köhne sıfatlarıyla arzı endam ettikleri ortadadır.
Siyasetteki potansiyel ve popüler mesele yalnızca seçim kazanmakla, koltuk kapmakla, zirveye tırmanmakla, ezcümle iktidar olmakla sınırlandırılamaz, bunlarla da sınırlı görülemez.
Millet varlığını, devlet hakkını, insan onurunu şartlar ne kadar ağır olursa olsun savunma ve sahiplenme fazileti gösterenler siyaseti adam gibi yapan yüz aklarıdır.
Demokrasi demek melanete ve zillete vize vermek demek değildir.
Demokrasi demek demagojiye ve totolojiye çanak tutmak hiç değildir.
Kendine has meziyetiyle, şahsi kabiliyetiyle, milli ve manevi kıymet hükümlerinin kümelenmiş alanında, milletinin ve ülkesinin ali menfaatlerine toplu iğne başı kadar da olsa hizmet eden her siyaset ve siyasetçi takdire ve saygıya layıktır.
Yanlışı bilerek yapmak, sonra da bu yanlışın faturasından korkup gerçeği saklamak bir telaşın tezahürüdür.
Siyaset tarihi böylesine telaşlar içinde çırpınan politikacılarla doludur.
Kendini tekrar eden, boş yere nefes tüketen siyaset üslubunun tanımı totolojidir.
Bir başka anlatımla totoloji kelime israfı, ishal-i kelamdır.
Totolojinin pençesine düşenler ne bugüne ne de geleceğe dair tek bir söz söylemekten aciz olan, vizyon ve misyon karmaşasına iliklerine kadar batmış bulunan kifayetsizlerdir.
Geleceğimizi ve tarihi gerçeklerimizi tehlikeye sokan siyasi ittifakın mahzeninde milli varlığımızı ve milli güvenliğimizi hedef alan sinsilikler mayalanmaktadır.
Düşünmekten vazgeçmiş, gelişmeye sırt çevirmiş, hakikate küsmüş, millete dudak bükmüş, ne var ki sırayı muhasım ve müstevli odaklar alınca ışık diye ateşe koşmayı siyaset zannetmiş güruhun istismar ve ihanete teşne halleri artık bıçak gibi kemiğe dayanmıştır.
Siyaset dediğimiz manzume, aynen insaniyette olduğu gibi, ahlakla kaimdir.
Bugünkü siyasi muhalefetin ahlakı donmuş ve çatlamıştır.
Bu muhalefet çoraklığının aklı kiraya verilmiş, irfanı ve iradesi rehin edilmiştir.
Zillet içinde kıvranan muhalefete lütfen dikkat buyurunuz, geçmişteki sözlerinden farklı hiçbir şey söylemiyorlar.
Kendilerini yenilemekten, gelişmelerin hacmini ve hamulesini yorum kuvvetinden çok uzaklar, dahası hiç güven vermiyorlar.
Bunlar arasında Cumhuriyet’in yeni yüzyılı için dört başı mamur bir tanım getirenini gördünüz mü?
Elinizi vicdanınıza koyunuz, yeni yüzyılı baz alarak Türkiye’nin huzur ve güvenliği için bir teklif paylaşan tek bir muhalif siyasetçi cümlesi duydunuz mu?
Geleneksel sloganlar dışında, anlattıklarından istikbale dair bir umut hissine kapılanınız oldu mu?
Biz Cumhuriyet’in 100’üncü yıl dönümünü demokratik, kapsayıcı ve katılımcı yeni bir anayasayla taçlandıralım istiyoruz.
Gelin görün ki, zillet ittifakının karşı duruşundan, karşı çıkışından, kısmi tadilatları anayasa teklifi diyerek gündeme taşımaktan başka bir önerisine, bir teşebbüsüne, bir gayretine şahitlik edeniniz çıktı mı?
Toplumdaki değişmeyi fark edemeyen siyasetin devlete şahsiyet kazandıran hukuki çerçeveyi düzenlemesi tarihin hiçbir döneminde söz konusu olmamıştır.
Büyük İslam düşünürü İbni Haldun, insanların yanlış ve hatalı görüşlere düşmesinin sebeplerinden birisini, zamanın değişmesiyle toplumların da değişeceği gerçeğinin anlaşılmaması şeklinde formüle etmişti.
Kanaatimce çok da haksız değildi.
Gerçekleri çarpıtan siyaset pratiği tutsak ve tutuk bir niteliktedir.
Aynı zamanda amacını kaybetmiştir.
Böylesi siyasetlerde, çağın ve zamanın gelişme süreçlerine uyumsuzluğun getirdiği kaygılardan kurtulma isteği gerçeklerden kaçmaya dönüşmektedir.
Nitekim altılı masa gerçeklerden peşi sıra kaçmakta, ortalığı da velveleyle, kuru hamasetle, kurşun gibi husumetle karıştırmaktadır.
Ancak cumhur kendi varlığında tecessüm etmiş dengeli değişimin bilincindedir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi bu bilincin ürünüdür.
Cumhur İttifakı bu bilinçle tecelli etmiştir.
Türk ve Türkiye Yüzyılı hedefi ise bu bilincin kızılelması, İ’la-yi Kelimatullah sancağının havaya kalkacağı diriliş yüzyılıdır.
Var olan değişim dinamiklerini öngöremeyen, üstelik değişim rüzgarına direnen ve bundan da çekinen siyaset defosunun Güçlendirilmiş Parlamenter Sistemi tekrar tesis gayretinden başka söylediği ikinci bir şey yoktur.
Olması da beklenmemelidir.
Çünkü heybeleri boştur, siyasetleri dağınıktır, sıkılı yumruklarla birbirlerine cephe almışlardır.
Zaafları, verdikleri zararları pek çoktur.
Bu siyaset anormalliğinin ismi sadece zillet değil, aynı zamanda nominalist siyasettir.
Nominalizm kelimeleri yan yana getirmenin fikir olduğunu zannetme gafletidir.
Düşüncesiz zihindir, susmak bilmeyen dildir.
Hayalleri gerçekmiş gibi sunma kurnazlığı ve kuralsızlığıdır.
Hiç kimse Türk milletini hafife alacak bir yanlışa, ucuz ve meczup bir savrulmaya düşmemelidir.
Hesap hatası yapanların ödeyeceği bedel tahminlerin çok üstündedir.
“Türk milleti alim değildir, ama ariftir. Bu irfanı sayesinde pek çok şeyi okumuşlardan daha iyi sezer, fark eder ve bilir” diyen merhum Ömer Seyfettin adeta milletimizin ruh kökünü anlatmıştır.
Tehlikeyle korku arasında sebep sonuç ilişkisi vardır.
Tıpkı başarıyla iftihar arasında olduğu gibi.
Hedefini bilmeyen siyaset, siyaseti olmayan hedeflerle uğraşacaktır.
Zillet ittifakı aynısıyla ve maalesef bu şekildedir.
Siyaset ve düşünce namusuna haiz hiç kimse çıkarlarını milletinin ve devletinin önünde ve üstünde görmemelidir.
Huzurlu ve mutlu hayat için doğru eylemler kilit önemdedir.
Eflatun’a göre bu eylemin failleri doğru insanlardır.
Doğru bilgi doğru eylemin tetikçisi ve destekçisidir.
Bilgiden tutun da eyleme varıncaya kadar zincirleme hata ve sapmaların içine gömülenlerin bir gelecek vaat etmesi, İbni Arabi’nin tarifiyle, Allah’ın sırrı, kainatın kalbi olan gerçek insana gelişmiş ve güvenceli bir hayatı müjdelemesi boşuna bir beklentidir.
Bununla birlikte zaman kaybı, beyhude bir çırpınıştır.
Siyaset de tıpkı hayat gibidir, önce imtihan eder, sonra ders verir.
İbret almayanlar için hayat ve siyaset inanılmaz derecede acıklıdır.
Haşr Suresinin 2.ayetinde akıl sahiplerine hitap eden ve ders alınmasını buyuran ilahi hüküm, tam da günümüzün sorunlarına çareyi üreten değerdedir ve şöyledir: “Ey akıl sahipleri! Düşünün de bundan ibret alın!”
Merhum Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” adıyla maruf muazzam eseri, içine kapanık, geleneklerini yaşayan, Batılı değerleri sorgulasa da kabullenen, 2’inci Abdülhamid dönemiyle birlikte Meşrutiyet ve Cumhuriyet devirlerini de gören Hayri İrdal’ın yaşadıkları üzerine bina edilmişti.
Bu kitapta zamanın ve mekanın insanla mevcut olduğunun altı çizilmiş ve saatin kendisinin mekan, yürüyüşünün zaman, ayarının da insan olduğu vurgulanmıştı.
Bundan mülhem diyebiliriz ki, siyasetin kendisi mekan, kararı demokratik zaman, kurulum ve ayar ustası da akıl ve fikir sahibi insandır.
Bu doğrusal ilişkiyi fark edememiş gafiller için yel değirmenlerine savaş açan Donkişot yegâne rehberdir.
Yine bunlar için Minerva’nın Baykuşu karanlık çöktükten sonra gene kanat açacaktır.
Hegel, “Hukuk Felsefesi” isimli kitabının önsözünde, olayların önce olduğunu, düşüncelerin de sonradan ortaya çıktığını ifade ve işaret etmek maksadıyla Minerva’nın Baykuşu metaforundan istifade etmişti.
Biz olayların peşinden sürüklenen değil, olayların rotasını belirleyen bir fikri ve düşünce sistematiğine sahibiz. Böyle de olmak durumundayız.
Aksi halde edilgen, dayatmalara boyun eğen, şartlara razı gelen ve kumanda edilen bir konuma gerilememiz şüphesiz kaçınılmazdır.
Minerva’nın Baykuşu olsa olsa zillete düşenlerin, aklını kullanmaktan korkanların ve tarihten ibret almayanların sembolü olmaya müstahaktır.
Bizim sembolümüz, asırların daralan kovuklarından ışık huzmesi gibi yayılıp gelmeyi başaran ve demir dağları azimle eriten güçlü iradedir, aynı şekilde bu muhteşem iradeye kılavuzluk yapan hürriyet aşığı Bozkurt duruşudur.
Değerli Misafirler, Değerli Dava Arkadaşlarım,
Mühim olan, nereye ulaştığımızdan daha çok nasıl ulaştığımızdır.
Asıl mesele ne olduğumuzdan daha çok neyi başardığımız, neye inandığımız, nelerin uğruna fedakarlık yaptığımızdır.
Öz, kabuktan daha öncelikli olmak durumundadır.
Bakınız Cenap Şehabettin ne diyordu:
“Zirvelerde kartallar da bulunur, yılanlar da. Ancak birisi oraya süzülerek, diğeri ise sürünerek gelmiştir. Önemli olan nereye gelmiş olduğunuzdan çok, nereden ve nasıl geldiğinizdir.”
Amaca erişmek için her yolu meşru ve mubah sayan bir siyaset kofluğunun değerleri nasıl erozyona uğrattığını, nasıl öğütüp erittiğini dünya sahnesindeki çok sayıda örneğe bakarak söylemek mümkündür.
Floransalı düşünür Makyavel “Prens” isimli eserinde, siyaseti genel ahlaktan ayrı işleyen bir alan olarak ortaya koyana kadar Batı’da siyaset ahlaka bağımlı bir gerçeklik olarak kabul edilmişti.
Eklektik ve mütereddit tavırdan uzak analizler yapan Türk ve İslam düşünürlerine göre siyaset ahlaktan bağımsız olamazdı.
Siyaset şayet ahlakla yollarını ayırırsa, siyasetçi için bozgun da kaderdir.
Max Weber’e göre siyaset, bir kişi ya da grubun diğer kişi ya da gruplar üzerinde egemenlik kurmasıydı.
Bizim kabul ve değerlendirmemize göre, siyaset samimiyet ve hizmet mükellefiyetidir.
Yaratılanı, Yaradandan ötürü sevenlerin siyasetlerinde gri noktalar yoktur.
İnsanı eşref-i mahlukat olarak kabul edenler için siyaset ahlakla bütünleşmiştir.
Farabi, fazıl şehri, yani devleti sağlıklı bir vücuda benzetmişti.
Bu sağlıklı vücudun kanı adalettir, ahlaktır, maneviyattır, birlik ve kardeşliktir.
İhanet ve inkarcılık ise ölümcül bir hastalıktır.
Geçmişe iltica edip anıların yurdunda mülteci hale düşmek bir kurtuluş değil olsa olsa bir kaçış ve keşkelerle boğulmuş halden şikâyettir.
Pişmanlık eğer merhamet ve samimiyetten kaynaklanmıyorsa biliniz ki sahtedir, yanardönerdir.
Fakat er ya da geç doğruyu görüp yanlıştan dönmek de bir erdem pırıltısıdır.
Heyecanların çılgınlıktan, heveslerin yılgınlıktan, hedeflerin de kısırlıktan kurtarılması ancak ve ancak şuurlu insanların marifetidir.
Bizim siyaset anlayışımızın merkez değeri hikmet, çatısı şuur, taşıyıcı sütunları mensubiyet ve millet sevdası, muazzez marifetimiz de demokratik başarıdır.
Merhum Cemil Meriç’in dediği gibi, kürenin kanunu hareket, insanının kanunu hürriyettir.
Dünya dönüşüyle, siyaset ve insan duruşuyla anlamlı ve açıklayıcıdır.
Duruş yoksa, yok oluş kapıya dayanmış demektir.
Merhum Peyami Safa, “Yalnızız” isimli meşhur romanında şöyle seslenmişti: “Biz, hepimiz sadece kendimizi düşündüğümüz için yalnızız ve yalnız kalacağız.”
Kutlu bir davası, haklı bir meselesi, sevdasıyla kalbi çarpan bir milleti bulunan, bir başka insanın dayanağı olmaktan kıvanç duyan hiç kimse kendisini düşünemez, küçük hesaplara kapılamaz, benden sonrası tufan diyemez, ikbal ve iktidar hırsıyla gözlerini karartamaz.
Merhum Cemil Meriç’ten ilhamla şunu ifade edebilirim ki, mukaddeslerini kaybetmiş aydın nasıl ki rahibin hasretini çekiyorsa, insafını ve insanını kaybetmiş siyasetçi de aynı oranda kaos ve krizin hasretini çekecektir.
Türkiye’deki muhalefet siyasetinin hasret duyduğu şey karanlık ve kargaşadır.
Milletten umudu kestiklerinden dolayı demokrasiye sözde bağlıdırlar.
Fakat Cumhur İttifakı bu zilletin hesaplarını Allah’ın izniyle boşa çıkaracak, bu ittifakı ebette mağlup ve mahcup edecektir.
Bilindiği üzere, 20’inci yüzyıl ideolojilerin çatıştığı bir dönemdi.
Ekonomik sistemlerle ilgili tartışmalar ağır basıyordu.
21’inci yüzyıl dinlerin, milletlerin, medeniyetlerin kutuplaştığı bir yüzyıl olarak temayüz etmektedir.
Bu yüzyıl içinde milliyetçilik her zaman olduğu gibi yükselen ve kuşatıcı bir değer olarak ön plandadır.
Merhum Hocamız Prof.Dr.Aydın Taneri, milliyetçiliğin insanlığın tarihiyle beraber doğduğunu ifade ederken bir bakıma Türk milliyetçiliğine zaman itibariyle çok geniş bir fikri derinlik kazandırmıştı.
Milletini bilmeyenden elbette milliyetçi olamaz.
Milletini sevmeyene elbette milliyetçi denemez.
Terör örgütleriyle arasına mesafe koymayanların, teröristleri aklama ve arkalarında durma yanlışına kapılanların ülkesine bağlılıkları söz konusu olamaz.
Yine Merhum Aydın Taneri Hocamız ile Prof.Dr.Sadri Maksudi Arsal Hocamızın analizlerine kulak verirsek, milliyetçilik her şeyden önce akılcıdır, demokratiktir, mantığa ve selim akla dayanacaktır.
Bunun yanında milliyetçilik kan tahlilleriyle uğraşmayacak, kafatası şekilleriyle alakadar olmayacaktır.
Milliyetçilik ancak ve ancak demokratik sistemlerde kök salmaktadır.
Millet, başkası henüz ortaya çıkmadığı için demokrasinin en gelişmiş, en göz alıcı, en kayda değer, en çağdaş formudur.
Demokrasiyi ağızlarından düşürmeyen palavracı siyasetçilerin millet, milliyet ve milliyetçilik konularındaki kuşkulu kanaat ve yorumları hiçbir zaman gözümüzden kaçmamıştır.
Milliyetçilik, bencillik ve ben merkezli bir hayat ve siyaset algısıyla bağdaşmaz.
Milliyetçi sırf kendisini düşünen bir çıkarcı veya hırslarına yenik düşen bir egoist olamaz.
Milliyetçi için vatanını ve milletini önşartsız sevmek, milletiyle gülüp milletiyle ağlamak vazgeçilmez manevi ilkedir.
Softa alaturkayla züppe alafranga arasında tükenmiş ömürlerin umudu, kutup yıldızı gibi parlayan güvencesi Cumhuriyet’in yeni yüzyılında da Türk milliyetçiliği olacaktır.
Bu yeni yüzyıl, Türkiye sevdalılarının, milletini canından aziz bilen serdengeçti yüreklerin tarihi yeni baştan imar ve ihya edeceği, Lider Ülke Türkiye’yi bu duygu ve şuurla inşa edeceği bir zamanın tarifidir.
Saraçhane’de rol kapma derdine düşenlerin bu yeni yüzyılı bırakınız anlamasını, varlıklarını ibra etmeleri ve iddiayla sürdürmeleri bile akla ziyan bir haldir.
Babayla oğul arasındaki gelgitli sürece müdahil olan ablaların biz de varız çıkışı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni iki partinin kazandığını çatık kaşlarla hatırlatıp ikilik çıkarması malumu olduğumuz bir menfaat çatışmasıdır.
Hayatları basit hesaplarla geçenlerin hasbi olması, balığın kanat takarak uçmasını düşünmek kadar deli saçmasıdır.
İnsan kimliği hatıralarla oluşmaktadır.
Aile bu bakımdan hatıraların evidir.
Aile, bugünün küçük anılarını yarının paha biçilemez hatıraları kılan simyadır.
Ne var ki karşımızdaki siyaset tablosunda bir aile dramı yaşanmaktadır.
Baba ile oğul çekişmeli, babayla abla ihtilaflı, oğul ile abla kumpasçı, diğerleri de kendi siperlerinde seyircidir.
Biz bu olan bitenlere zillet demeyelim de ne diyelim?
Veli nimeti olan ittifak ortağına ‘çarparım’ diye tehditler savuranların nesine itibar edelim?
Siyaseti miras paylaşımına ve tarla kavgasına dönüştüren akılsız talancıların neyine bakalım, neresiyle alakadar olalım?
Türk-İslam medeniyetinin kavrayışında akıl üç büyük gücün simgesel değerini teşkil etmektedir:
Birincisi, dağınıklığı birleştiren gücü,
İkincisi, meselenin özünü kavrayan gücü,
Üçüncüsü de, nefsin azgınlığını durduran gücü.
Şu anda zillet ittifakını oluşturan hiçbir partinin yerli, milli ve müşterek bir aklı yoktur.
Aklın olmadığı yerde fikir de yoktur.
Fikir yoksa siyaset de yoktur.
Siyaset yoksa çetecilik mantığı vardır ve hakimdir.
Nihayetinde aklı olmayanlara bir ülkenin yönetiminin tevdi ve teslimini hayal dahi etmek felakettir.
Yusuf Has Hacip diyordu ki:
Akıl olmazsa insan kendini tutamaz,
Bilgi olmazsa işini yapamaz.
Her şey meydandadır, altılı masada oturanların kafası boşlukta dönen bir çark gibi manasız ve faydasız uğultularla doludur ve akılsızdır.
Her birisi anlatımı çabucak biten ve okuna okuna hiçbir cazibesi kalmayan eski bir kitap gibidir.
Küresel güçlerin denize attıkları, içine de talimatların ve telkinlerin iliştirildiği şişe hangi sahilde, hangi zillet partisi tarafından bulunup Arşimet gibi sevinç çığlıkları atılacağını doğrusunu isterseniz merak ediyoruz.
Merhum Mithat Cemal Kuntay’ın, ahlaki çöküntü ve siyasi krizleri anlatan, İstanbul’un üç ayrı döneminin olaylarına ayna tutan “Üç İstanbul” isimli romanının muhteviyatıyla altılı masanın siyaset zihniyeti arasında dikkat çeken paralellikler olduğunu yok saymak hakikaten de saflık derecesinde iyimserliktir.
Karaip Adaları’nda Vudu inancına mensup muhalif gruplar, birbirlerinin üstünü başını kirletirlermiş.
Karşıdakinin yüzü ne kadar kirletilirse, kirleten o kadar çok itibar göreceğine inanırmış.
İşte zillet ittifakının durumu tamı tamamına budur.
Türkiye’ye çamur atmakla kalmıyorlar, birbirlerini de çamura batırıyorlar.
Bu yüzden Cumhurbaşkanı adayı bile bulamıyorlar, bir aday üzerinde uzlaşamıyorlar.
Değerli Dava Arkadaşlarım,
Muhterem Hanımefendiler, Beyefendiler,
2023, Cumhuriyet’in yeni yüzyılının parlak eşiğidir.
Bu kapsamda tarihi bir eşikteyiz, 2023’e ve müteakip senelere heyecan ve ümitle bakıyoruz.
Karamsarlar gibi olamayız, karamsarlığa teslimiyet gösteremeyiz.
Zira karamsarlığın karanlık bir vicdan olduğunu, buna da inananlar için gerek olmadığını biliyor ve ifade ediyoruz.
Cumhuriyet’in yeni yüzyılında, maddenin karanlığı içinde maneviyatın aydınlığını, cehaletin karanlığı içinde bilginin aydınlığını, ihtirasların karanlığı içinde erdemin aydınlığını, yüreklere çökmüş karanlığın içinde sevginin aydınlığını bulup mutlaka çıkaracağız.
Ve bunun adına da ekonomisinden siyasetine, sanatından sporuna, kültüründen ticaretine, diplomasisinden her alandaki gıpta edilen başarılarına kadar Lider Ülke Türkiye diyeceğiz.
Türkiye’yi huzur ülkesi yapacağız.
Cumhuriyet’in ilanından üç hafta öncesine kadar İstanbul başkent idi ve işgal atındaydı.
6 Ekim 1923’te İstanbul geri alındı.
Bir hafta sonra 13 Ekim 1923’te Ankara başkent yapıldı.
15 gün sonra da Cumhuriyetimizin ilanını tüm dünyaya duyurduk.
6 yüzyıllık dev bir imparatorluk genç bir Cumhuriyet’e, yeni bir Türk devletine kan ve organ nakli yaparak can verdi.
Bu yeni Türk devleti, kuruluş felsefesiyle Cumhuriyet’in üçüncü evresinde bölgesel güç küresel aktör mertebesine çıkmaktadır.
Dünyanın her tarafı parçalanma ve ufalanma girdabındayken, Türkiye derlenmiş, toparlamış, tıpkı anka kuşu gibi küllerinden doğarak ben de varım demiştir.
Türkiye cananımız ve can beraberimizdir ve dünya durdukça yaşaması da bizim ve gelecek nesillerin namus ve şerefine zimmetlidir.
Her gün bir fincan kahve fiyatının yarısıyla geçinmeye çalışan 1 milyar insandan mürekkep mazlumların sesi olmak için Lider Ülke Türkiye diyoruz.
Adaletli yaşama, eşit ve hakça paylaşıma, çağa mühür vurmuş bir millet iradesine, tarihi yapan bir devlet haşmetine ulaşmak için Türkiye Yüzyılı diyoruz.
Dünyada mıymıntı bir gezgin gibi değil, bir fatih gibi duruş ve devinim göstermek için Cumhur İttifakı ve Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin devamından yanayız.
Çözemeyeceğimiz hiçbir sorun yoktur.
Milli birliğimizi çözmeye çalışan iç ve dış işgalcilere haddini bildirecek, şamarı indirecek, gününü gösterecek dirayetli gücümüz çok şiddetlidir.
Şair ve düşünür Sayın İsmet Özel’in dediği gibi, “tarih sahnesinde zihin eri olmanın en has numuneleri olan biz Türkler gözlerimizi kendimize çevirmedikçe dünyanın ifade ettiği manayı kavramakta yetersiz kalacağız. Ne yapacaksak yapıp kendimizi görmeliyiz.”
Türk milletinin gözü hem kendine hem de kürenin her köşesine dönmüş, gönlü ise ezelde olduğu gibi coğrafyalara sığmayıp taşmıştır.
Merhum Halit Ziya Uşaklıgil’in “Mai ve Siyah” isimli romanında aradığını bulamayıp derin hayal kırıkları ve hicran içinde İstanbul’dan ayrılan Ahmet Cemil karakteri asla kaderimiz olmayacaktır.
Cumhuriyet’i kuran cumhur, yükseltmeyi de muhakkak başaracaktır.
Damarlarımızdaki asil kan bunun teminatıdır.
Bizim, yabancı başkentlerin sokak aralarında video çekip ülkesini kötüleyecek kadar mankurt olduğumuz ne görülmüş ne de duyulmuştur.
Emperyalizme diz çöküp tek kullanımlık poşet çay olmaya talip olanların milletin yüzüne bakacak takatleri yoktur.
İşbirlikçilerin siyaseti köksüz siyasettir.
İradesizlerin siyaseti zillet siyasetidir.
Onlar zalimlerin koruluğunda oynarken biz önümüze bakacağız, yeni yüzyılın insan onurunu esas alan siyaset koordinatlarını çizeceğiz.
Kültür cevherimizin, milli değerlerimizin yeni yüzyıla emniyetle taşınmasını, bununla da yetinmeyip alemi nizama müdahil hale getirme seferberliğini ciddi, köklü ve başkent Ankara merkezli politika önermeleriyle sağlamak tarihi vazifemizdir.
Dünyanın bugünkü kırılgan döneminde en büyük sermayemiz birbirimizden aldığımız yıldırımlara taş çıkartan birlik ve dayanışma enerjisidir.
Gücümüz milli kimliğimizdir.
Çağ Türkiye çağıdır.
Cesaretimizin feyzi aziz ceddimizin muvaffakiyetidir.
İmparatorluğumuzun kuruluş yıllarındaki ahilik kültürüyle, yani kardeşlik ruhuyla, geleceğin köprülerini kurmak zor ve zahmetli değildir.
Kırşehir’e yerleşen ve Anadolu ahiliğinin piri sayılan Ahi Evran Osman Gazi’ye kuşak bağlamıştı.
Gerçekten de peştamal kuşanma, Osmanlı İmparatorluğu’nun ve hükümdarlık geleneğinin rutin bir merasimiydi.
Kuruluş asırlarında tarihi hizmetleri bulunan komutanların, paşaların, vezirlerin, alp ve erenlerin büyük bölümü Ahi Evran ile Şeyh Edebali’nin mensup olduğu dergahtan ilham almıştı.
Birinci Murat’a peştamal bağlayan Ahi Musa demişti ki:
“Kuşağı beline doladık, ama işi aklına emanet ettik.”
Bizim de aklımızda Türkiye vardır, ahlakımız Türk milletinin ahlakıdır.
Bizim kitabımızda haine methiye yoktur.
Bizim kitabımızda zalimlere yanaşmalık yoktur.
Bizim kitabımız kalemle yazılmış, kılıçla korunmuştur.
Haksızlık karşısında susmayışımızın temelinde bunlar vardır.
Türk ve İslam düşmanlarına amansız ve amasız itirazımızın gayesi bellidir.
Doğruya doğru demek, yanlışı ve yıkımı korkusuzca reddetmek yeni bir hal tercümemiz değil, tevarüs ettiğimiz milli ve tarihi aklın imrenilecek bir sonucudur.
Misal olarak, Hocamız Prof.Dr.Erol Güngör, İslam dünyasında petrol zenginliği olmasa, İslam ülkelerinde olup bitenler büyük sanayi ülkelerini fazla ilgilendirmez derken haksız mıydı?
Yine bir başka Hocamız Prof.Dr.Mehmet Eröz, ekonominin soyut formül ve ilkeleri, sosyolojik muhtevayla doldurulmadığı takdirde özü olmayan boş kalıplar halinde kalmasını tespit ederken yanlış mı söylüyordu?
Milletimizi hak ettiği doruk noktalara çıkarmaya kararlıyız.
Türkiye’yi altılı masaya ve emperyalizmin doymaz kursağına menü yapmak için kolları sıvayanlarla sonuna kadar mücadeleye de varız ve bunun için geceyi gündüze katıyoruz.
Hakkımızdan vazgeçersek, Hz.Ali’nin ifadesiyle şerefimizden de taviz vermiş oluruz.
Hz.Mevlana iki şey insanı yıkar demiş:
Birisi dostun ihaneti, diğeri de düşmanın merhameti.
Allah bizleri dostun ihanetinden, düşmanından merhametinden korusun, kollasın inşallah.
Korktuklarımızdan emin, umduklarımıza da nail eylesin.
Değerli Arkadaşlarım,
Sertifika Almaya Hak Kazanmış Değerli Kardeşlerim,
Hayat sonlu bir sürecin sonsuz hedefleriyle bezenmiştir.
Biz faniler için milli beka sonsuz bir amaçtır.
Sertifika almaya hak kazanmış kardeşlerimize özellikle diyorum ki, her zaman hedeflerinizin arkasından yılmadan gidiniz.
Belki siz yaklaştıkça hedefler arayı açabilir.
Yine de bundan geri dönmeyiniz.
Nefes alır gibi çalışmayı asla ihmal etmeyiniz.
Buradan kazandığınız bilgilerin ve edindiğiniz tecrübelerin milletimize ve ülkemize yapacağınız hizmetlerde saygın bir payı olacağı inancındayım.
Bugünkü dünyanın asıl açmazlarından birisi bütüncül hakikat anlayışını kaybetmesidir.
Tavsiyem, hakikatin ve hakkaniyetin sevdalısı olmanızdır.
Modernizm, “en mutlu insan istediklerinin en çoğuna sahip olan insandır” diyor.
Halbuki sabır, şükür ve zikir üçgeninde gökdelen gibi yükselen Türk-İslam medeniyetinde Modernizmin bu akıntıyı tersine akıtan komplosu görülmemiş, bundan sonra da görülmeyecektir.
Aktüel mahiyetli metafizik sıkıntılar iman dolu kalplere de yanaşamayacaktır.
Türk-İslam ruhu, dünya hayatını ahiretin mezrası kabul etmektedir.
Camide, okulda, hayatın her muhit ve mecrasında eşit ve onurlu bir yaşam süren insanlarımızın, devlet katında ayrıma maruz kalarak ikinci sınıf insan muamelesine uğraması bizim tarihimizin hiçbir döneminde vasat bulmamıştır.
Tek münakaşanız, fikir ve kalem münakaşası olsun.
Temennim, bilgiye dayalı yorumla, mensubiyete dayalı sadakat ve sevgiyle, üretkenliğe dayalı katılımla Cumhuriyet’in yeni yüzyılına sizlerin de destek vermenizdir.
Değerli katkı, düşünce ve önerilerinizle partimizin kapıları her zaman sizlere açık olacaktır.
Siyaset ve Liderlik Okulumuzun 18’inci dönemini tamamlamış arkadaşlarıma bundan sonraki hayatlarında üstün başarılar diliyorum.
Sizlerin, aziz milletimizin ve Türk-İslam aleminin yeni yılını şimdiden tebrik ediyorum.
2023 Yılı Türkiye’nin yılıdır, Cumhuriyet’in yüzüncü yıl onurudur.
Bu duygu ve düşüncelerle, Genel Başkan Yardımcımız Prof.Dr.Filiz Kılıç Hanımefendi’yle Siyaset ve Liderlik Okulu Koordinatörümüz Doç.Dr. Turan Şahin başta olmak üzere, eğitim dönemi boyunca katkılarını esirgemeyen misafir öğretim üyesi arkadaşlarıma ve emeği geçenlere teşekkür ediyorum.
Konuşmama son verirken hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyorum.
Sağ olun, var olun, Cenab-ı Allah’a emanet olun diyorum.”